31 Aralık 2011 Cumartesi

Babadan oğula eserdi hayat, bunu konuştuk.
Gecenin aydınlığının sefasını sürdük bu kez, karanlığı hiçe sayıp.
Haksızlığa uğradığımızdan bahsettik.
Haksızlık kimin hakkıdır ki? Düşündük.
Yalnızlığın hakkını verdik o sırada. Payı epey büyük.
Altı tane şarkı söyledik, bastırdık evrenin sesini.
Bu kez sadece kendi seslerimizle eğlendik.
2,5'luk kolayı devirdik bir gecede, efkarlandık, hakkımızdı.
Her cümlenin sonu bir sen'e dokundu. Herkesin bir sen'i var, senden ziyade.
Sene hesabı yapmadık, hesabımız kurudu.
Cümlelerimizi süslemeye sözcüklerimiz yetmedi, hazırlıksız yakalandık.
Makyaj yapmadık.
Kimse birbirine 'hasta mısın sen?' demedi. Solgun hallerimizi sevdi gece.
Dertlerimizi en yalın halleriyle sunduk birbirimize, makyajsız.
Aynı sadelikte aldık cevabımızı.
Bu gece hayat içtik biz bardak bardak.

29 Aralık 2011 Perşembe

Herhangi Bir Şiirin Devamı

   ...

   Karanlık katmanlaşıyor, her birinde farklı bir sen
   İncelerek kayboluyor dumanlar
   Gerçeğin hala gizli griliklerde
   Katmanları yıkıp, görüntünü bırakıp, benliğinle besleniyorum.

   Mumları görmek seni görmekten daha iyi geliyor bana
   Yakıyorum, söndürüyorum
   Oysa ki rengin de kırmızı.
   Yakıyorsun, sönmüyorsun
   Söndüremiyorum.

 

18 Aralık 2011 Pazar

Season 04 Episode ...


   İlham meleğini "git başımdan" diyerek kovabiliyor bazen insan. Gecenin bir yarısı olmuşsa, kalkıp da yazmaya üşeniyorsa insan mesela, terbiyesizce kapı dışarı ediliyor melek. Çok ayıpça, biliyorum. İlham bir melekse uyku bir şeytandır gerçeğini hiçe saymamak lazım. Burada bir suçlu varsa, yani varsa eğer gerçekten, o da kalkıp en azından not almamı engelleyen uykudur. Şöyle de bir şey var. Meleğin tüm gün orada burada ilham dağıttıktan sonra, ben gözlerimi kapattığımda yanıma sağdan sağdan yaklaşması hoş değil. Adil değil bir kere. Hep bir suçlunun peşinde olmak gibi bir suçun varlığını da yadsımamak gerekir. Hakikaten neyin peşindeyim ben?

   Öncelikle 4. sezonun bilmem kaçıncı bölümündeyiz, mezun oluyoruz, hala şaşırtıcı planlar yazamadık hayatımız üzerine. Oyuncu kadrosunu da genişletemedik mesela. Amerikan dizilerindeki gibi gündelik action'lar isteriz biz, birbirine bağlı olaylar silsilesi değil. Aynı temayı sürekli işlemek sıkıcı olabiliyor. Sıkıcı.
   Tek beklentimiz iyi bir final bölümü yapmak olsun o zaman, sonumuz güzel olsun.
   Season 4 olmuş kuzum, biz hala neyin peşindeyiz?

16 Aralık 2011 Cuma

Hayırlısı

   Bizim evin karşısındaki durakta beklediğine göre otobüs bekliyor olmalı. Yağmur yağıyor. Onun üzerine yağmıyor ama, korumalı durak. Durakta beklemesi ve yağmurun yağması başlı başına bir hüzün.
   Yağmur yağdığında, durak dolu olduğunda ve ben de evde olduğumda, müzik dinlediğimde onlar için yazılar yazasım gelir. Kendi dilimden onların henüz okumadığı hayatlarını yazmak gibi. Başı sonu belli olan. Onların sonlarını bilmediği hikayeler. Hikayelerin sonlarına bakılmamalı çünkü. O kadar da meraklı olmamalı insan. Merak o kadar güzel bir şey değil bazen. Hikayenin sonuna gelmek korkusu gibi bir korku da vardır belki.
   İçimden onun tanık olamayacağı ve beni okuduğunda hayretler içinde kalacağı, yazdığım gibi yaşamadığına dair şükredeceği onlarca senaryo yazıyorum. Benim değil bu suç. Yağmurun ve durağın suçu.
   Yalnız yaşadığını, eşinin yıllar önce öldüğünü, kendisine bakmayacak çocuklarının olmadığını, bol dumanlı yerlerde geçen saatlere acımadan çay üstüne çay içtiğini, paketlerce sigara tükettiğini, gazete okuduğunu, memleket meseleleri haricinde etrafındakilerle hiçbir kelam etmediğini, arada bir susanların aksine arada bir konuştuğunu, eve dönmenin onu korkuttuğunu, evine uzak olduğu halde gitmekten vazgeçmediği kahvehaneden ayrılıp, onu bir an olsun yalnız bırakmayan yalnızlığıyla yalnız kalmaktan korkarak evine dönmek üzere bizim durağa geldiğini, bir sonraki durağının ise son durağı olduğunun fazlasıyla farkında olduğunu yazıyorum içimden. Ben kötü hikayeler yazıyorum, doğru.
   Eee'si yaşlı bir amca o. Bence çarşıya evinin faturalarını yatırmak için gidiyor, o yüzden gelmiş bizim durağa. Eve dönecek sonra, e teyzem de hazırlar ona sofrayı şimdi dönene kadar.
   Hala hüzünlü, yapacak bir şey yok. Durağı buradan kaldırsalar kalıcı bir çözüm olabilir. İnsanların hayatlarıyla oynamamış olurum içimden. Yağmurun ve durağın suçu bu.


   Burası da konusu geçen bizim durak, biraz önce çektim fotoğrafını. Gördüğünüz üzere kimseler yok.

13 Aralık 2011 Salı

Uçuyorsun, kaçıyorsun. Sonra sana uçuk kaçık diyorlar.

"Kendini martılarla bir tutma, senin kanatların yok."

   Uçup gitmektense araya bir toplu taşıma aracını sokmak fikri kötü gelebiliyor. Mesafe uzuyor. Etrafınız kapatılıyor. Araba gibi bir şeyle. Camları falan. Dışarısı görünüyor. Dışarısı sizi görmüyor ama. Kötü bu.
   Sonra gidesiniz gelmiyor. Uçamadığınız için rüzgar gözlerinizden de öpemiyor. İnsanın martı olmadığını kabullenmesi gerekiyor.

   Küçük İskender de bana kara şövalyem derdi. İnsanın söylediği yalana bir süre sonra kendisinin inanması gibi bir durum da var. Lisede söyledim bunu. Hala söylerim. Hala inanır gibi olurlar. Hala güleriz.
   Sanat terapisi gerekli.

 

10 Aralık 2011 Cumartesi

Bugün orada da cumartesi mi?


 
 
 
   Tüm bu saçmalıklardan sonra, bu da 3D ders materyalim, sunumlar malumunuz. :)

 

8 Aralık 2011 Perşembe

Yer misin yemez misin?

Kendimize rağmen şu mutlu olma işini gayet güzel kotarabiliriz bence. Olmak istediğimiz yerleri yerlerinde bırakıp, şimdiki yerlerimizden memnun olarak yerli yerinde bir karar vermiş oluruz böylece. Sonra da bu anın fotoğrafını çekip, anı ölümsüzleştirelim. Anlarımızın yerlerini değiştirmek söz konusu değil her zaman.

Çıkıp biri de sormuyor ki neyin var diye mesela. İnsanlar korkmamalı sorarsam incinir diye. Üstüne gitmeyin şimdi de denmemeli. Ağla ağla, açılırsın ya da. Bunun gibi şeyler. Bilmem ki. Olmaz gibi. İlgilenilesi zamanlar tam da o zamanlar aslında. Beni yalnız bırakın diyen çoğunluğu saymazsak tabi.

Öyle yani.

 

5 Aralık 2011 Pazartesi

   Sana bakarken kuşları düşünmemek mümkün değil.
   İnsanın tüm korkaklığına rağmen korkutmaktan korkması gibi mesela.
   "Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum." demiş hani Nazım Hikmet.
   Ben de öyle. Tek bir farkla.
   Sen şarkı değilsin.
   Türkü gibisin sevgili.
   Dinledikçe dinlendiren.
   Dinlemenin yetmediği yerde söylenmek istenen.
   Söyledikçe de kendini sevdiren.
   Ben artık türkü dinliyor, türkü seviyorum.
   Aslında tam da bu sebepten.

 

22 Kasım 2011 Salı

Dengesiz Politika

   Bazen bir şarkıyı duyacağım diye korkar ya insan. Ya da kimsenin öyle bir korkusu yok. Bunu ben uydurdum. Her neyse, benim böyle bir korkum var.
   Duydum o şarkıyı. He ne oldu peki? Dinledim, güzel oldu. Duygulu sel falan sonra. İyidir ama. Son zamanlarda izlediğim denge politikamı mahvu perişan etti, olsun.
   

17 Kasım 2011 Perşembe

İsim

 
   Parmaklarının kazara da olsa Serap yazması güzel. Serap yazıyor oluşunu bilmek güzel.
   Lafın gelişi Serap demiş olsan bile, parmaklarının sırasıyla o beş harfi kodladığını görmek güzel. Duymak demiyorum, dikkat etmelisin. Yazdığını görmek sadece. Gördüğümle bu denli kendimi değerli hissedebiliyorsam eğer, duymak belki de diğer sevincimi gölgede bırakmasın, o anları harcamasın ve değersiz kılmasın diye nasip olmuyordur bana. Mantıklı bir açıklaması vardır mutlaka. Görmek basamağında kalmak, anların hakkını vermek için belki de. Daha fazlasının, bundan öncesinin hakkına gireceği gibi şeyler mesela.
   Bana Serap diyebilirsiniz istediğiniz kadar. Parmaklarınızın harcadığı emek fazla önemlidir benim için. :)

12 Kasım 2011 Cumartesi

Turşu kuranlar da var, hayal kuranlar da. Kur yapanlar da var mesela.

 
   Gökyüzünden bir sayfa koparabilirsin kendine. En beğendiğin yeri senin olsun. Gökyüzü cimri değil. Uçsuz bucaksız. Şimdi yırttığın sayfayı döşe istediğin gibi. Hem de kendi zevkine göre. Senin evin, kim karışır. En güzel eşyalarını, en sevdiğin bardağını mesela ve de ilmek ilmek dokuduğun, göz nuruna batırıp çıkarılmış hayallerini yerleştir evinin en nadide köşelerine. Senin orası. Peşinatsız, aidatsız, faturasız, masrafsız. İstediğin kadar değiştirebilirsin eşyalarının yerlerini hem. Yenileriyle bile değiştirebilirsin dilediğinde.

   Ya da otur, ders çalış. Bardağını al yerleştirdiğin yerden, bir kahve yap kendine. Sonra kopardığın sayfayı koy defterinin arasına. Hayal kurmak bedava. Hobi olarak yine yap.

Şimdi bir es veriyoruz.

   Benim internetim yoktu ya hani bir haftadır, bir haftadır İstanbul'daydım ya hani. Hani ondan öncesinde de üşengeçtim ya ben. Yazmak istemiyordu ya hani benim pek kıymetli canım. Şimdi de vizeler başlıyor ya hani. Ders çalışmam lazım ya hani benim. Ders çalışması gerektiğinde başka eylemlere yönelir ya hani insan. Yapması gerektiklerini en çok bu dönemde hatırlar ya hani serap insanı. Blogu epeydir ihmal ettiğini düşünür ya hani içten içe. Ama eyleme dökmek için vize haftasının gelip çatmasını bekler ya hani. 

   Geldi zat-ı şahaneleri sonuç olarak. Ben de 'haydi sığınaklara' dedim ve geldim.
   Geldim ve demek ki benim duygulanmaya vaktim yok diye düşündüm açıkçası.
   Hani zamanımız yok ya, çok yoğunuz ya biz. Duygulanmaya zaman ayıramıyoruz pek tabii. Konuş deseler konuşuruz, kapanmaz o ağızlar. Ya da duygulanmak yerine susarız da zaman zaman. Tutarız kendimizi. Kaçarız nedense. Halbuki bir bıraksak kendimizi, kendiliğinden bulacağız asıl bizi.

      
   Konuşmuyorum ben. Ama artık yazmıyorum da. Oysa ki yazsam, konuştuklarımın çoğuna bedel olacak kelimeler, israfsız. Sonra istediğin kadar sus. 
   Çok mu paha biçilemez benim harflerim? Eksilmesinden, ya da onları harcamaktan mı korkuyorum? Kıyamıyor muyum onlara? Cimri miyim ben?
    Yok, hayır. Ben sadece bu aralar duygulanmıyorum.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Top Secret

   Belki anlatacak çok şeyim vardır. Konuşmak ve susmamak isterim belki içimden. Ama aslında beni anlasınlar da istemem. Bir giz kalsın içimde isterim. Gizemi severim. Fakat hiçbir zaman gizemli olamam. Çünkü başkalarıyla paylaşabileceğim sırlarım olmaz. Sır saklayabilirim. Ama bana sır vermesinler isterim. Sır sözcüğünün manasına ihanet sayarım insanlar birbirleriyle sırlarını paylaştığında. Çünkü onun adı sır.

   Anlaşılmamak güzel bazen, havalı. Zaten o yüzden yazmıyorum ben bloga bugünlerde, yoksa üşengeçlikle falan hiç alakası yok, gerçekten.
   Sır demişken, o zaman ben yine sırra kadem basayım, uu çok cool'um beyb.

27 Ekim 2011 Perşembe

O Zaman Dersimiz Tarih

   Her insan farklı bir tarih.
Farklı coğrafyalar içerisinde vuku bulan bir dizi tarihi olay barındırır hem de içinde. Etkisi uzun süren ve epey etkileyen cinsten olaylar.  Zaten öyle olmasaydı adına tarihi olay denmezdi sözü geçen olayların.

   Tarihi olaylar tekrar etmez aynı zamanda. Yaşanır ve biter. Konusu insandır. Malzemesi insandır. Coğrafyası insanlarla kaplıdır. İki coğrafya ve iki tarih birleşir, tarihi olayı dünyaya getirirler. Lakin dünyaya geldiği günün sonunda geldiği yere geri döner. İnsanlar acımasızdır. İki coğrafya ve iki tarih kıymetini bilemez tarihi olayının.

   Zaten dünyaya getirdikleri şeyin adına tarihi olay bile denmez belki. Çünkü üzerinden yıllar geçmesi gerekir tarih diye seslenebilmek için.
   Tarihin ve coğrafyanın dünyaya getirerek ve ardından terk ederek yaşamaya mecbur bıraktıkları olayı sayfalarda saklı tutmak en iyisidir bu yüzden. Yeri geldiğinde okunur, hatırlanır, sınav konusu olur. Sonra yine unutulur. Yaşananlardan ders almak ise akıllıların işidir.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Kadın

   "Bir kadın hayattır aslında.

   Çünkü hayatın içinde olan herşey ancak kadınlar olduğunda anlam kazanıyor. Yemek yemek, su içmek bile. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi kendinize bardağı doldurup içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor musunuz? Anlıyorsanız ne mutlu size. Anlamıyorsanız, ne yazık ki yaşamıyorsunuz."

   Aynen böyle. Şiirler en çok kadınlara yazılıyor. En çok kadınlar şiire benzetiliyor. "Şiir gibi kadın" sözü, içinde şiirden ziyade kadın kelimesi olduğu için belki daha anlamlı.
   Şiirler yazılsın sizin için. :)

8 Ekim 2011 Cumartesi

Güvercin Taklaları

   
    "Sık sık nefes çeken cigarasından
   Saz benizli bir ihtiyar;
   Yılan yakalamakmış merakı, yılan korkusundan."

   Bu ara kitap okuyorum hep. Kitap alıyorum. Başlıyorum ve çabucak bitiyorlar. Kitap okuduğum için ders çalışamıyorum. Her kitabın hikayesi birbirine bağlanıyor sanki. Birini bitirip hemen diğerine başlamam gerektiğini hissediyorum. Okurken not almam gereken yerler olduğunu düşünüyorum, daha sonra onların çok olacağından korkup, bir üşengeçlikle bırakıveriyorum not almayı. Duygusunu bölmeden okumaya devam etmek istiyorum. Çevremde olup bitenlere kulak veremiyorum. Bir hikayenin kahramanı oluveriyorum.

   "Yıldızlı bir gece, ay da vardı
   Sen gülümseyince
   Yüreğimde bir balık oynadı."

   Yanımda müzik çalıyor, ben o şarkıları duymuyorum. Kahramanlığıma devam ediyorum kaldığım yerden. Hep ağlamaklı bir haldeyim. Mutlu olunacak yerlerde de gözlerim doluyor. Duygusal olmadığımı her yerde dile getiren ben, duygularımın kabarıp coşmasına tanıklık ediyorum.

   "Bu işin bir tek çözümü var;
   Herşey yoluna girecek o zaman
   Kendimi de bilsem seni bildiğim kadar."

   Hep ağlamadığımı söylerler. Hep ağlamadığımı söylerim. Ağlamanın bana iyi geldiğini farkediyorum. Bu halimi seviyorum.

   Kendimi de bilsem başkalarını bildiğim kadar.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Yarı Cadı, Yarı Peri. This is a woman dude.

   Yaşayacaklarımın sırasının karışmasından da korkmuyor değilim. Bir sırası var mı onu da bilmiyorum tabi. Olmalıydı. Ne yaşayacağını bilmeli ve hazırlıklı olmalı insanlar diye düşünmüyorum da değil bazen. Sonra tabi ki saçma şeyler düşünüyorum ben demiyorum da değil.
   Biri sen kimsin diye sorsa cevap verecek durumda da değilim. Yani ben benim sadece. Çeyreği boş, yarısı melek, çeyreği şeytan. Kendime iltifat da ettim, kaçmaz. Yani melek gibiyim diyemem de değil şimdi.
   Kendi kendine iltifat etmenin itici olabileceğini bilmiyorum da değil. Ama iltifata ihtiyacım yok da değil. En azından kendim yapamıyorum da değil. Çok güzel iltifat ederim.


   Fotoğrafa da tebessüm etmedim değil.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Everybody loves a loser.

 
   Yalnızca kaybedenlerden hoşlanmak diye bir şey var mesela. Onların farklı olduğuna inanmak her seferinde. Hiç sektirmeden defalarca aynı hatayı tekrarlamak. Zaten en başta farklıyı beklemek farklı tabi. Saçma.
   Nerede okudum hatırlamıyorum ama hep yenilen takımı tutmak gibi bir şey bu.
   Ben hiç kendim gibi birini sevmedim.
   Denklik falan hikayelerine aldırmadım. Gidip en farklılarını seçtim. Ya da onlar beni buldu. Bilmiyorum.
   Arkadaşlarımla da öyle. En basitinden kapalıyım ben hani, ama kapalı arkadaşım çok çok azdır. Bu bir ölçü değildir tabi ama hani genellikle öyle olur, kapalı kızların yanında kapalı arkadaşları olur. Birbirleriyle ortak şeyleri vardır, arkadaş olurlar. Aynı olmak hep sıkıcı geldi bana. Çünkü ben hep öğrenmek istedim, hep başka hayatları merak ettim, kendiminki gibi olmayanları. Değişik insanları. İnsan kendi değerlerinin farkında olduğu ve onları kaybetmediği sürece her tür insanla olabilmeli. Yanımda bir tane daha kendimden istemem ki ben.
   İyi ki de böyleyim.
   Karşı cinse karşı da böyle oldu bu. En farklı olanı buluyorum galiba hep sevmek için. Bana çok şey öğretebilecek kişiyi seçiyorum sanki. Bir çeşit bencillik. Bir süre için o da beni farklı buluyor. Ben tanıdığı kapalı kızlara benzemiyorum çünkü. Neredeyse seviyor. Sonra bir şey oluyor. Tatlı gelen farklılık, içine biraz ciddiyet katılınca eski tadını kaybediyor.
   Ben de böyle öğrenebiliyorum. Tanımak ve yara almak yoluyla. Kalıcı öğrenmeler.
   'Davul bile dengi dengine çalar.' atasözünün hakkı var mı gerçekten diye düşünüyorum sonra.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Evlilik Mimi

   Sağolsun deep mimlemiş beni. Hürmetler efendim.
   Konu: Nasıl bir evlilik hazırlığı ve töreni isterdin?

   Öyle çok büyük bir olay gibi bakmıyorum ben bu evlilik olayına. Hatta olsun bitsin tarzında düşüncelerim. Nikah yeterli. :D Ama aile büyükleri faktörü var herşeyden önce. Aslında ne kadar üzerine hayaller kurulsa da, planlansa da bence ailelerin istedikleri oluyor gibi. Hem varsın öyle olsun zaten.
   Çünkü sanırım ben yapamam bunun planlarını. Özel isteklerim de yok, şöyle olsun böyle olsun diye. Bir an önce bitsin hatta. Göz önünde olmak, izlenmek, abartı falan filan sevmediğim şeyler. Gerilirim yani, rahat olamam ki. Kalabalık falan. Zor şeyler. Hayırlısı diyoruz her zamanki gibi.
   Bi de düğünlerde kızların çirkin olma olayı var. O makyajlar, o elbiseler. Aman Yarabbi. Normalde düğünlerdeki hallerinden çok daha güzel olan kızlar bilirim. Yapmasınlar, etmesinler.
   Yani kendi makyajımı da kendim yaparım, acımam, kimseye bırakmam.
   Aday bile yokken plan yapmak da komik olsa gerek. :D
   Bunun planını, törenini, şusunu busunu adayımla da konuşmak bir tuhaf mesela. Ne bileyim, sevmem gibi.
   Tabi ki evlenicem bi gün, olur işte bi şekilde. İsterim de yani. Teferruat hiç önemli değil bana kalırsa. Bir kere evleniyoruz ya olayı falan olmamalı bu, yani bence masrafa gerek yok ya. :D Harcanacak parayla daha güzel şeyler yapılabilir. Yanlış mıyım?
   Belki bir gün biri bana romantik olmayı öğretebilir. :D

27 Eylül 2011 Salı

Sözcükler ve Türkçe Karşılıkları

   Sözcükler insanları yakınlaştırmaktan ziyade, uzaklaştırmaya yarıyorlar belki de hakikaten. Sözcüklerle arası iyi olmayanlar için belki de daha çok.
   Sözcükleri iyi kullanamayanlar için büyük haksızlık bu. Sonrasında anlaşılmayı beklemek de umutsuzluk.
   Herkes de sözcükleri sevecek değil ya. Kimileri susarak anlaşılmayı bekler. Kadınlar gibi. Kadınlar hep karmaşık. Karmaşık olmayanı yok, ilkin karmaşık olduğunu göstermeyenler var. Anlaşılmayı beklemek de karşı tarafa haksızlık, erkek ya da kadın fark etmez.
   Bir sözcükle, belki de iyi niyetle söylenen bir sözcükle karşımızdakinin kimyasını alt üst etmemiz de mümkün. Çünkü herkesin sözcükleri güzel değil. Belki bakışı güzel.
   Belki bazıları konuşmasa, sözcükleri hiç kullanmasa biz daha iyi hissederiz. Ya da en azından kötü hissetmeyiz.

 

26 Eylül 2011 Pazartesi

Meyveli Yoğurt vs. Kahve

   Şehrimdeyim artık. Özlemişim evimin odalarını, odamı, yatağımı. Özlemediğim tek şey de kendimizi parçalarcasına temizlik yapmaktı sanırım. Ya da dört ay sonunda benimle birlikte geri dönen kocaman valizi yerleştirmek. Ya da pazara gitmek falan. Hepsi olabilir.
   Cuma günü döndüm Edirne'ye, yolda yaklaşık benim kadar valizi nasıl taşıyacağımı kara kara düşünerek. Hallettik çok şükür. En çetin savaş eve gelişimizle başladı tabi. Faturaları yatırmak, evi baştan aşağı temizlemek, herşeyi yıkamak, markete ve pazara gitmek gibi. Hatırlamadıklarım da vardır mutlaka. En komiği de battaniyemi banyoda yıkamaktı sanki. Üzerinde tepinmek acayip kalori yakıyor bence. Görüntü de komik haliyle. Kayıp düşme tehlikesi de var, kaymadım da değil zaten. Neyse ki iyiyim.
   Bütün çarşaflarımızı, nevresimlerimizi yıkadığımızdan hepimiz salonda uyuduk birlikte mesela, bu da güzeldi. Duvarda böcek görüp yastıkla öldürme çabamız, ya biz uyurken üstümüzde gezerse korkumuz. Güzeldi hepsi de.
   Dördüncü yılımıza girerken bir kez daha her yıl tekrarlanan yorgunluğumuzu yaşamak güzeldi ama hüznü ise kötü. Çünkü sonun başlangıcı deniliyor durumumuza. Çok alıştık birbirimize biz, çok sevdik. İlk yılımızda bulduk birbirimizi ve hala birlikteyiz. Umarım daha çok seneler birlikte oluruz yan yana olmasak bile.
   Okula da gittim bugün. İlk gün. Herkes hala aynı. Hiç gitmemişim gibi İstanbul'a. Herkeste bir 'bitse de gitsek' havası. Son yıl atmosferi.
   İnternetimizi de yeni açtırdık, o yüzden okuyamadım blogları. Şimdi benim çok işim var, okuyacağım çok fazla blog, okuyacağım bir kitap ve izleyeceğim diziler var. Glee'den başladım. Bu gece uzun gibi.
  Beni bu yoğunluğumda ve yorgunluğumda yalnız bırakmayan arkadaşlarım meyveli yoğurt ve kahveye teşekkürler.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Üçü bir aradaağ.


   Biri Kayseri'de okur.
   Biri Konya'da.
   Biri de Edirne'de.

   Ama bugün üçü bir aradaydı. Senede bir ya da iki kez görüşmek mümkün olsa da, hepsinin farklı şehirlerde farklı hayatları ve farklı en yakın arkadaşları olsa da, lisede bıraktıkları gibi devam ederler dostluklarına kaldıkları yerden.
   Güzel bir gündü bugün, bol gülmeli bir gün. :)




 

20 Eylül 2011 Salı

"Balık kuşa aşık olabilir tabi ki, ama birlikte nerede yaşarlar ki?"

   

Aklım, işine baksana sen.


  "Ben ve planlarım"dan sıkıldım. Plan denilmez bile onlara. Plan yapamama özrüm varken.
   Kafamın içinde bir sürü düşünce sıralı ve düzenli duruyorken nasıl oluyor da sağlıklı kalabiliyorum, bilmem.
   Okul açılınca bu halimde ciddi manada bir artış olacak büyük ihtimalle. Şöyle ki "ütüyü sabah yapsam derse yetişmek için saat kaçta kalkmalıyım? Ödevi yatarken yaparım zaten. Saçlarımı da sabah yıkarım. Makyaj falan da 20 dakika sürse." gibi. Hastalıklı düşünceler yani.
   Çok çok fazla can sıkıcı bu.
   Yorucu.
   Oysa ki ben bir günlüğüne bile olsa deli olmak istiyorum. Aklına eseni yapmak gibi bir şey söz konusu bile değil benim için.
   Herkes deli de bir ben mi akıllıyım?
   Bazen de insanların aşırı plansız olması rahatsız edici geliyor bana. Kendime fazla alıştığımdan olabilir.
   Bu durum bana zarar vermedi hiç, hatta hep lehime işlemiştir. Planlı olmak her zaman işe yarar çünkü.
   Ama deli olmak da özenilesi bazen.
   Zaman ayarım yok benim bir de. Her yere zamanından erken giderim hep. Hep beklerim. Bir yere geç kaldığımı hatırlamıyorum bile. Genellikle planlanan saatin yarım saat öncesinde falan olurum gideceğim yerde. Bazen daha erken bile olur hatta. Seviyorum ama bunu. Beklemeyi seviyorum yani. Beklerken insanları izlemek zevkli mesela.
   Sanırım kendimle çok başbaşa kaldım tatil süresince. Okul açılıyor sonunda, planlarım beni bekler. Cuma sabahı Edirne de beni bekler.

16 Eylül 2011 Cuma

Menemen Olayı

   Doğrusu melemen değil, menemen. Lütfen, TDK'dan bakıldı.
   Aslında adını duymak istemiyorum mesela şu anda, ama olsun. Günün şu saatine kadar ellerimin alev alev yanmasına sebeptir kendisi. Dikkat ederseniz sinir olup, görsel bile bulmak istemedim yazıya.
   Güne menemen ile başlamıştık annemle. Her şey güzeldi. Ben yapmıştım, biberin acısından ellerim yanmıştı, akşama kadar geçer, neyse dedim.
   Babam geldi, canı menemen istiyormuş. Ona da yaptım, ellerimin acısı geçemedi.
   Biraz önce abim aradı, "geliyorum Serap çayı koy, bi menemen yapsana ya" dedi, ona da tamam dedim. Bu post üçüncü menemen yapımının sonunda kaleme alınmıştır.
   Öyle çok sık menemen yapılan bi ev de değildir bizim ev. Bugün değişik bi gün.
   Ellerim aynı. Nasıl bibermiş onlar.
   He bi de şu anda dünyayı kırmızı-yeşil görüyorum mesela. Renkleri sevmek derken bunu kastetmemiştim ben. Domates ve biberleri doğramak için harcadığım ayakta kalma süresinden bahsetmiyorum bile.
  Gidiyorum ben madem ellerime üfleyerekten.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Bir Yeni Mesajınız Yok

   
   Herşey basit. Ama her şey. Yaşamın aslında basit olması gibi. Yaşamak gibi. Şartlar zor. Şartlar zorlaştırır yaşamayı. İnsanlar zorlaştırır. Ama yaşamak basit.
   İnsan yalnız kalınca kendine acımaya başlıyor mesela, insanların nasıl olup da bu kadar neşeli olabildiğine şaşıyor. İnsanlar bu kadar keyifli olan şeyleri nereden buluyor?
   Bir yandan da düşünmek lazım. Daha mükemmeli nasıl olabilir ki? Hem her şey mükemmelken insan insanlığını unuturdu herhalde.
   Bir sürü hayat var, hayatlarına tanıklık ettiğimiz. Ama kim kimin yerinde olmak ister ki? Herkes aslında olduğu yerden memnun içten içe şikayetçi olsa da. Bir dahinin aklını istememek gibi, kendininkini hiçbir şeye değişmemek gibi.
   Ama bazen insan yalnızlığını gözüne sokarcasına telefonuna gelen operatör mesajlarına da gıcık olmuyor değil. Gelen mesaja bakmak için yerinden kalkıp o mesajı görmekle geçen zamana acıyor sonra.

Dedikodulu Mim

   
   Kırmızı Başlıklı Pollyanna ve deeptone mimlemişler beni. Teşekkürler. :)
   
   İlk düzenli okuduğunuz blog ve hissettikleriniz:
   Berdush vardı. İlk olarak onun blogunu okuyarak başladım, sıkı bi takipçisiydim, ama kapattı blogunu. Ona gelen yorumlardan da diğer blogger'ların bloglarını okuyordum. Hatta deep: Seni ondan beridir okuyorum ben aslında. :) Yanlış hatırlamıyorsam Mia'yı, Arya'yı ve Funda'yı da öyle. :) Blogum yokken de okuyordum yani.

   Sanal alemden tanışıp, görüştüğünüz blogger'lar:
   Berdush vardı. Onun dışında Mephisto. Ama artık görüşmüyoruz onunla. Bi de Umut var, hani sadece umut olan. :) Mailleşiyoruz arada. Başka da yok.

   Blog dünyasına adım attığınızda , gökyüzündeki yıldız kadar parlak gelen, asla onun gibi olamam diye düşündüğünüz blogger'lar:
   Çoğuna hayranlık duydum, hala da duyuyorum. Ama onlar gibi olmayı istemedim öyle, onların öyle oluşunu sevdim. :)

   Kendinize yakın bulduğunuz blogger'lar:
   Ama bu soru zor. :) Bütün okuduğum blogları yakın buluyorum ben kendime, hepsi ayrı ayrı değerli. Hem yakın bulmasaydım okur muydum hiç. :) Zevkli sizleri okumak. :)

   Moda blogları arasında en sevdiğiniz blog:
   İzlemiyorum onları pek. Ama hera var takip ettiğim ve sevdiğim. :)

   Yazılarını okurken keyiflendiğiniz blogger'lar:
   Yine ayrım yapamam ki. :) Çünkü blog okumak genel olarak keyifli bir şey zaten. Bilgisayardaki vaktimin çoğu sizleri okumakla geçiyor dostlar. :)

   Sürekli sayfasını açtığınız, okuyup yorum bırakmadan çıktığınız blogger'lar:
   Mephisto var hep bloguna baktığım ama yorum yapmadığım. Sonra deep var, her gün birkaç kez baktığım. :) Ama ona yorum yapıyorum arada. Luna var kendime çok yakın bulduğum. :) Diğer izlediğim blogları da takip ediyorum genellikle, okuyorum çoğunu.

   Blogger dediğiniz an aklınıza ilk gelen isimler, kopya çekmeksizin:
   Luna, deep, mephisto, mia, umut, kepazeyim, larien, hayalhanem, edibüd, mel jones, mr.e, lütfücüğüm, uf daha çok var aslında, şimdilik aklıma gelenler, unutmuşumdur kesin çoğunu. Darılma gücenme falan olmasın yahu. :)

   Ben mimlemiyorum kimseyi, isteyen yapabilir. Çoğu kişi mimlenmiştir zaten çoktan. :)
   Kalın sağlıcakla. :)
   

13 Eylül 2011 Salı

Books, books, books!

   
   Biraz önce kitap okuyordum ve canım sıkıldı. Ne yaptım peki? Halihazırda düzenli olan kitaplarımı düzeltmeye kalktım. Her zaman zevk aldığım bir eylemdir kendisi.
   Çok fazla kitap okuyan biri değilim şu sıralar. Ama okumuyorum da değil. Böyle ortası bi şeyler. Benim ilgi alanım daha çok kitap satılan yerleri gezmek, kitaplara dokunmak, gerekirse almak. Mesela kitap hediye edilmesi de çok güzel bi şey. Ama bana ısrarla kimse kitap almıyo ki. Halbuki uğraşmıcaklar hediye seçme derdiyle yani kitap almayı seçseler. İnsanları anlamak gerçekten zor.
   Bunlardan ziyade kitapları koklamak gibi psikopatça bi huyum da var. Kitap kokusuna ölünür, kafa bulunur gerekirse. Yani ayık gezmiyorum ben mesela. Boya, oje, uhu falan gibi kokulara da ilgim mevcut ama o konuya girmeye gerek yok şu anda, saptırmayayım.


   Her neyse, bütün kitaplarımı döktüm ortaya. Tekrar sıraladım onları kendi kafamdaki önem sıralarına göre. Ben her kitap alışımda ilk sayfalarına aldığım tarihi yazarım çook eskiden beri, kitap okuma alışkanlığını kazandığımdan beri hatta. Bu o kadar güzel bi şey ki, cidden. Çünkü düzeltirken hepsini açıp ilk sayfalarına şöyle bi baktım. Büssürü yıl öncesini gösteriyo tarihler mesela, o zamanlar kaçıncı sınıfta olduğumu düşündüm, neler yaptığımı düşündüm. En çok da bu işe yarıyor kitapları düzenlemek. Anılar meselesi yani.
   Sadece tarihler de değil, aralarındaki ayraçlar, yazdığım notlar falan. Böyle aptal bi gülümseme oluştu yüzümde yazdıklarımı görünce. Üniversite tercihlerimi sıralamışım bi kağıda, puanlarını, başarı sıralarını yazmışım, onu gördüm bi kitap arasında. Hele onu görünce o kadar tuhaf oldum ki. Yaklaşık dört yıl öncesinin heyecanını yaşadım sanki tekrar. Büyümüşüm ben.
   
   Ayrıca o kadar çok kitap almışım ki gençliğimde, bizim burada bi kitapçı var, onu ben zengin ettim sanırım. Bu demek oluyor ki eskiden daha çok okuyomuşum ben. Çünkü tarih aralıkları da kısa süreler genellikle. O yüzden eski alışkanlığımı geri kazanmalıyım acilen! Bu yıl çok okumalı, ders de çalışmalı çokça. Malum KPSS beni bekler.


   He bi de ödünç kitap alıp geri vermeyenlere acayip kılım. Büssürü kitabım gitti öyle. Oysa ki ben koklayıp bağrıma basmıştım onları. Bi de herkesin başına geliyo bu olay. Uzun zamandır kimseden ödünç kitap almıyorum ben. Bendeki hassasiyetin onlarda da olacağını düşündüğümden. Cimriyim galiba.
   Neyse gençler, okumak lazım, gerçekten.